DEPREM BÖLGESİNDEN SIKÇA SORULAN SORULAR
- Depremzedelere Zekât Verilebilir mi?
Zekât, toplumsal dayanışma ve insanların temel ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için farz kılınmış bir ibadettir. Deprem gibi büyük afet zamanlarında toplumun acil ihtiyaçlarının karşılanması son derece önemli hale gelmektedir. Böyle durumlarda diğer bağışların yanında zekât yoluyla da yaraların sarılmasına destek olmak gerekir. Buna göre şartlarına riayet etmek kaydıyla zekât farizası doğrudan ya da her bakımdan güvenilir kişi ve kuruluşlar aracılığı ile yerine getirilebilir. Normal şartlar altında zengin sayılacak mal varlığına sahip olan kimselere de içinde bulunduğu olağanüstü şartlar sebebiyle malına ulaşamadığı sürece zekât verilebilir.
Zekâtı bir aracı kuruluş vasıtasıyla yerine getirirken şu hususlara dikkat edilmelidir:
- Bu kuruluşun her bakımdan güvenilir olması,
- Bu kuruluşun, zekâta aracılık ettiğini açıkça taahhüt ediyor olması ve topladıkları zekâtların tamamını aynî veya nakdî olarak hak sahiplerine teslim etmesi,
- Zekâtın, söz konusu kuruluşun özel "zekât hesabı"na yatırılması.
Öte yandan dinimize göre dayanışma ve yardımlaşma sorumluluğu sadece zekâttan ibaret değildir. Dolayısıyla zekât dışındaki infak ve bağışlar ile de yardıma muhtaç olanlara ulaşmak ve yaralarını sarmak inancımızın bir gereğidir.
- Afetzedeler için zekât parasıyla barınma yerleri (konteyner, çadır, konut) yapılması caiz midir?
Deprem, sel ve benzeri nedenlerle barınma ihtiyacı ortaya çıkan ve zekât alabilecek durumda olan afetzedelere, kendilerine mülk olarak teslim edilmek üzere, zekât parası ile barınma yerleri (konteyner, çadır, konut) yapılması caizdir. Zekât yükümlüsü bunu bizzat yapabileceği gibi her bakımdan güvenilir kişi ve kuruluşlar aracılığıyla da yaptırabilir. Mülkiyeti afetzedelere devredilmeyen çadır, konteyner, konut vb. barınma yerleri ise zekât dışındaki infak ve bağışlardan yapılmalıdır. Zira dinimize göre dayanışma ve yardımlaşma sorumluluğu sadece zekâttan ibaret değildir. Dolayısıyla zekât dışındaki infak ve bağışlar ile de yardıma muhtaç olanlara ulaşmak ve yaralarını sarmak inancımızın bir gereğidir.
- Müslümanın deprem ve doğal afetlere bakışı nasıl olmalıdır?
Kâinattaki her varlık Yüce Allah tarafından belli bir düzen, gaye ve hikmete dayalı olarak yaratılmıştır. Tabiatın işleyişinden gezegenlerin hareketlerine kadar her şey belli bir ölçüye (Yunus Sûresi, 10/5; Kamer Sûresi, 54/49) ve Yüce Yaratıcının takdir ettiği bir nizama göre varlığını sürdürmektedir. Bu nizam ve işleyiş içerisinde özel bir statüsü olan insan, akıl nimeti başta olmak üzere pek çok üstün kabiliyetle donatılmış ve vahye muhatap kılınarak diğer varlıklar arasında ayrıcalıklı bir konuma yükseltilmiştir. İnsanın yeryüzündeki en temel vazifesi, varoluşunun gaye ve hikmetini idrak ederek buna uygun bir hayat sürdürmeye gayret etmektir. Bu amaçla insan, Allah Teâla’ya samimiyetle bağlanıp iman ederek iyi, güzel ve sağlam işler yapmalı; hayatı boyunca adalet, iyilik ve merhamet gibi temel insani değerlerden ayrılmamalıdır.
Dünya hayatında insanın Rabbine, kendisine ve içinde yaşadığı topluma karşı olduğu gibi tabiata karşı da çeşitli sorumlulukları vardır. Bu durum insana, öncelikle tabiatın bir nimet ve emanet olduğu bilinciyle, onu tahrip ve ifsat etmeden hareket etme sorumluluğu yükler. Zira söz konusu sorumluluk ihmal edildiğinde ve tabiata zarar verecek işler yapıldığında bunun olumsuz sonuçları yine insana dönecektir (Rûm Sûresi, 30/41). Nitekim bugün dünya çapında yaygınlık gösteren kuraklık, sel vb. felaketlerin bir sebebi de, insanoğlunun tabiata karşı tamahkâr ve hoyratça davranışlar sergilemesidir.
İnsan tabiatla ilişkisinde Allah’ın koyduğu kanunlara uygun hareket etmek ve gerekli tedbirleri almakla yükümlüdür. Yerleşim yerlerinin inşa ve imarında doğal afet riskini hesaba katmak, zemin, malzeme ve inşa teknikleri başta olmak üzere gerekli tüm iş ve işlemleri söz konusu kurallara göre planlamak bu sorumluluğun kaçınılmaz bir gereğidir. Zira tabiatın işleyişini dikkate almayan yapılanmalar afet risklerini beraberinde getirmektedir.
Aklı, iradesi, inancı, vicdanı ve başka hiçbir canlıda bulunmayan kabiliyetleri insanoğlunu her konuda olduğu gibi tabiatla ilişkisinde de sorumlu kılmaktadır. İnsanın bu bilinçle hareket etmesi ve gücünün yettiği hususlarda üzerine düşeni hakkıyla yaparak gerekli tedbirleri alması Yüce Allah’ın emridir. Dolayısıyla afetleri ve meydana gelen acı neticelerini, insan irade ve sorumluluğunu yok sayarak tamamen kaderci bir anlayışla değerlendirmek ve açıklamak inancımıza uygun değildir.
Hiçbir acının ve hüznün olmadığı tek yer, ebedi mutluluk yurdu olan cennettir. Bu bakımdan dünyanın, insanın hiç üzülmediği, yorulmadığı, problemlerle karşılaşmadığı ve sadece iyilik, güzelliklerle dolu bir yer olduğu düşüncesi gerçekçi değildir. Nitekim insanoğlu tabiatın doğal işleyişinden kaynaklanan bir takım afet ve sıkıntılarla karşılaşabileceği gibi kendi ihmal ve hatalarının acı neticeleriyle de yüzleşmek durumunda kalmaktadır.
İnsanoğlu dünyada ebedi hayatına hazırlanacağı bir imtihan sürecindedir. İnsanın bilme ve irade etme özgürlüğü gibi kabiliyetlerine binaen muhatap olduğu bu süreç, aynı zamanda, ona anlamlı bir hayat sürdürme imkânı sunmaktadır. İnsan yaşadıklarını doğru değerlendirerek başına gelen hadiselerden ibret almalıdır. Doğal afetlere maruz kaldığında da dersler çıkarmalı, sorumluluklarını hatırlamalı, maddi ve manevi alanda yapması gerekenlere yönelmelidir.
İnsan toplum halinde bir arada yaşamanın gereği olarak başka insanlar tarafından yapılan hataların sonuçlarıyla da karşı karşıya kalabilir. Böyle bir durum karşısında, hadisenin kendisinden sorumlu olmasa bile, onu nasıl algılayıp anlamlandırdığı ve sonuçta nasıl bir tavır sergilediğinden sorumludur. Nitekim Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Hanginizin daha iyi işler yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratan O’dur” (Mülk Sûresi, 67/2); “Her canlı ölümü tadacaktır. Sizi hem iyi hem de kötü durumlarla deneriz; Sonunda bize döneceksiniz.” (Enbiyâ Sûresi, 21/35).
Dünya imtihanında başarılı olabilmenin yolu bela ve musibetler karşısında serinkanlı tutum ve davranışlar sergilemekten geçer. Başına gelen sıkıntı ve ıstıraplara sabredip en güzel şekilde mücadele edenler, ahirette büyük bir mükafata, ebedi bir huzur ve refaha kavuşacaktır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de “Sabredenlere mükâfatları hesapsız verilecektir” (Zümer Sûresi, 39/10) buyurulur. Ancak musibetler karşısında sabretmek, hiçbir şey yapmadan sadece beklemek ve sıkıntılara çaresizce katlanmak değildir. Aksine sabırlı davranmak, bazen afetlerden zarar gören insanları teselli ederek acılarını hafifletmeyi, bazen de sorunu ve sorumluları doğru tespit edip benzer acıların yaşanmaması için gayretle çalışmayı ve daha yaşanabilir bir dünyayı nasıl kurabileceğimize dair umutlarımızı diri tutmayı gerektirir. Müslümanın başına gelen hadiseler karşısında metanet ve sabır göstermesi, ebedi nimetlere kavuşmasının da vesilesini oluşturur. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) “Müminin durumu ne hoştur! Her hâli kendisi için hayırlıdır ve bu durum yalnız mümine mahsustur. Bir güzellik kendisine verildiğinde şükreder; bu onun için hayır olur; başına bir sıkıntı geldiğinde ise sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd, 64) buyurmuştur.
Kur’ân-ı Kerim’de birçok ayette tekrarla ifade edildiği üzere Yüce Allah’ın kullarına karşı olan rahmet ve merhameti sınırsızdır. Bu bakımdan Müslümanın, içerisinde bulunduğu imtihan âleminde kendisine isabet eden afet, hastalık ve sıkıntı gibi hâdiselerin sonuç olarak Yüce Allah’ın rahmetiyle karşılık bulacağını unutmaması gerekir. Nitekim Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de çeşitli vesilelerle kullarını sınayacağını haber verirken, bu süreçleri Allah’a yönelerek sabır ve teslimiyetle karşılayanları müjdeleyerek “İşte rablerinin lütufları ve rahmeti bunlar içindir” (Bakara Sûresi, 2/155) buyurması, kullarının kendilerine isabet eden olumsuzluklar karşısında mükâfatsız bırakılmayacağını açık bir şekilde ifade etmektedir. Bu doğrultuda Hz. Peygamber’in (s.a.s.), mümini inciten ve kendisine sıkıntı veren her hadisenin onun arınmasına ve âhiretteki derecesinin yükselmesine vesile olacağını haber vermesi (Müslim, Birr, 52; Ebu Dâvud, Cenâiz, 1) inananlar için büyük bir tesellidir.
Allah Resûlü (s.a.s.) ayrıca, deprem benzeri doğal afetlerde enkaz altında kalarak hayatını kaybeden müminlerin şehit hükmünde olduğunu müjdelemektedir. Afetlerde ölen insanlar şehitlikle ödüllendirilirken sağ kalanlara düşen en önemli görev ise, dua, niyaz ve yakarışlarla manevi duygularını güçlendirerek umudunu korumaktır. Nitekim Yüce Rabbimiz, “Kullarım sana beni sorduklarında bilsinler ki şüphesiz ben (onlara) yakınım, bana dua ettiğinde dua edenin dileğine karşılık veririm.” (Bakara Sûresi, 2/186) buyurarak kullarını kendisine yönelmeye davet etmektedir. Zira dua insanı teskin ederek maneviyatını besler, zorluklar karşısında dayanıklılığını artırır ve onun Allah katındaki değerini yüceltir. Netice itibarıyla müminlere düşen görev, zor zamanları sabır ve metanetle karşılamak, dünyanın neresinde olursa olsun bela ve musibetlere maruz kalanlara yardım etmek için seferber olmak ve afetlerin ortaya çıkardığı acıları azaltmaya ve yaraları sarmaya gayret etmektir.
- Koruyucu aile olmanın hükmü nedir?
İslam’ın ilk yıllarında eski geleneğin devamı olarak bir süre muhafaza edilen evlatlık kurumu, Medine döneminde nazil olan “Allah, evlatlıklarınızı öz çocuklarınız (gibi) kılmamıştır.” (el-Ahzâb 33/4) mealindeki ayetle kaldırılmış, ardından gelen ayette de evlatlıkların evlat edinenlere değil asıl babalarına nispet edilmesi emredilmiştir. Buna göre dinimizde kimsesiz çocukların bakım ve gözetilmesi tavsiye edilmiş olmakla birlikte ‘hukuki sonuçlar doğuran bir evlatlık müessesesi’ kabul edilmiş değildir. Bunun tabii bir sonucu olarak evlatlığın nesebi, evlat edinene bağlanmaz, aralarında mahremiyet meydana gelmez ve mirasçılık ilişkisi doğmaz. Bununla birlikte evlatlık kurumu zaman zaman ‘koruyucu aile’ tarzında varlığını sürdürmüştür. İslam’ın evlatlık müessesesini kaldırması, yetim, öksüz ve kimsesiz çocuklarla ilgilenilmeyeceği anlamına gelmez. Çünkü İslam’a göre himayeye muhtaç çocuklara bakmak, onları beslemek, büyütmek büyük sevaptır ve bir insanlık ödevidir. Hz. Peygamber (s.a.s.), işaret ve orta parmağını göstererek “Ben ve yetimi himaye eden kimse cennette şöylece beraber bulunacağız.” (Buhari, Edeb, 24; Müslim, Zühd, 42; Ebu Davud, Edeb, 130; Tirmizi, Birr, 14) buyurmuştur. Bu itibarla, sevgiye, şefkate ve korumaya muhtaç kimsesiz çocuklar, kendilerine yardım eli uzatılarak, ailelerin yanında veya çocuk yuvalarında himaye edilmeli; eğitilip, sanat ve meslek sahibi yapılarak topluma kazandırılmalıdır. Fakat bunu yapmak için hiçbir kimsenin, çocuğun kendi soy kütüğü ile ilişkisini kesmeye, öz ana babasını unutturmaya hakkı olmadığı gibi kanuni mirasçıları arasına katma, aile içi tesettür ve mahremiyet bakımından öz evlat gibi davranması da doğru değildir. Bunun yerine İslam’ın tavsiyesi; koruma altına almak, bakmak, büyütmek, ihtiyaçlarını karşılamak, hukuk ve helal-haram kuralları bakımından ona öz çocuk gibi değil, bir din kardeşi gibi muamele etmektir.
- Mest üzerine mesh nasıl yapılır ve bunun şartları nelerdir?
Mest, ayakları bilekleriyle beraber örten bir tür ayakkabıya verilen isimdir. Mestler üzerine meshin caiz olabilmesi için gerekli olan şartlar şunlardır:
- Ayaklar yıkanarak alınan bir abdestten sonra giyilmiş olması,
- Ayağa giyilmiş olarak normal bir yürüyüşle yaklaşık 5 km. veya daha fazla yürünecek kadar dayanıklı olması,
- Mestlerin, ayağa giyildikten sonra bağsız olarak durabilecek kadar sağlam ve kalın olması,
- Mestlerin her birinde, en küçük ayak parmağının üç katı kadar genişlikte delik bulunmaması,
- Suyu emerek hemen ayağa geçirmemesi gerekir.
Mesh, bir nevi hükmi temizlik olup; abdestte ayağa giyilen mestin veya yaraya sarılan sargının üzerine ıslak elle yapılır. Abdest alırken mestler üzerine mesh etmek Hz. Peygamberin (s.a.s.) sünnetiyle sabittir. Nitekim Hz. Peygamberin (s.a.s.) abdest aldığını ve mestlerinin üzerine mesh ettiğini bildiren birçok rivayet vardır (Buhari, Vudu, 35, 48; Müslim, Taharet, 72, 73). Abdestli olarak ayağına mest giyen kimse, mest giydikten sonra abdestinin bozulduğu andan itibaren başlamak üzere, mukim ise bir gün, yolcu ise üç gün mestleri üzerine mesh edebilir. Hz. Peygamber (s.a.s.) misafir için üç gün üç geceyi, mukim için de bir gün bir geceyi mest üzerine mesh süresi olarak tayin etmiştir (Nesai, Taharet, 98). Mestleri mesh ederek abdest aldıktan sonra, abdestli iken ayağından her iki mestini veya birisini çıkaran bir kişinin, hades (abdestsizlik hali) ayağına geçmiş kabul edildiğinden abdestini bozmadan ayaklarını yıkayıp tekrar mestleri giymesi gerekir. Abdesti yokken çıkarmışsa, tekrar abdest alırken ayaklarını yıkması gerekir. Süresi dolduğunda, abdestli ise mestleri çıkarıp ayaklarını yıkaması yeterlidir; abdestsiz ise ayağını yıkayarak tam abdest almalıdır (Kasani, Bedaiu’s-sanai, 1/9).
- Bedeninde veya bir uzvunda sargı, alçı ya da yara bulunan kimse nasıl abdest alır?
Kırılan veya yaralı olan bir organı yıkamak, yaraya zarar verirse veya yaranın iyileşmesini geciktirecek olursa üzerine bağlı olan alçı veya bez sargıya yahut bir şeyle bağlanan pamuğa abdestte veya gusülde bir defa mesh edilir. Sargı üzerine meshin meşruluğu sünnetle sabittir. Hz. Ali (r.a.) şöyle demiştir: “Bileklerimden biri kırılmıştı. Peygamber’e (s.a.s.) sordum, o da sargıların üzerine mesh etmemi emretti” (İbn Mace, Taharet, 134). Vücudun herhangi bir yerinde kırık, çıkık veya yaradan dolayı sargı bulunduğunda, abdest alırken veya guslederken yaraya zarar vermiyorsa bu sargı çözülerek altı yıkanır ve yaranın üstü mesh edilir. Ancak sargının çözülmesinin zararlı olması halinde çözülmeyip üzerine mesh edilebilir. Sargının üzerine bir defa mesh edilmesi yeterlidir. Yapılan bu mesh ile o uzuv hükmen yıkanmış olur. Sargının abdestsiz veya cünüp iken sarılmış olması meshe engel olmadığı gibi, sargı üzerine meshin belirli bir süresi de yoktur; yara veya kırık iyileşinceye kadar aynı sargı üzerine mesh edilebilir. Zarar vermesi halinde mesh de terk edilir (Kasani, Bedai’, 1/13-14). Üzerine mesh ettikten sonra sargının değiştirilmesi veya düşmesi halinde, mesh bozulmaz; iade edilmesi de gerekmez. Ancak, yaranın iyileşmesi halinde, sargı açılmış olsun veya olmasın, mesh bozulur. Sargı veya alçı eğer abdest veya gusül uzuvlarının çoğunluğunu kaplamış ise, abdest almak yerine teyemmüm edilir (İbn Abidin, Reddü’l-muhtar, 1/217, 434, 470 vd.). “Eğer cünüp iseniz iyice (yıkanıp) temizlenin. Eğer hasta veya seferdeyseniz veya tuvaletten gelmişseniz veya kadınlara dokunmuşsanız (cinsel ilişkiye girmişseniz), su da bulamamışsanız temiz bir toprağa yönelip onunla yüzlerinizi ve ellerinizi mesh edin” (Maide, 5/6) ayeti bu tür durumlarda teyemmüm edilebileceğini ifade etmektedir.
- Çizme veya bot üzerine mesh caiz midir?
Ayakları aşık kemikleri ile birlikte mest gibi örten bot, çizme, potin vb. giyecekler de mest hükmündedir. Bu itibarla bir kimse, abdestli olarak giymiş olduğu çizme veya botların üzerine mesh edebilir ve bunları çıkarmadan namaz kılabilir. Ancak botun veya çizmenin üzerinde ya da altında namaza engel bir pislik varsa bunu temizlemesi gerekir (Merğinani, el-Hidaye, 1/201, 202; Mevsıli, el-İhtiyar, 1/92, 93).
- Ulaşım araçlarında farz veya nafile namazlar kılınabilir mi?
Otomobil, otobüs, uçak ve tren gibi ulaşım araçlarında nafile namaz kılmak caiz ise de, normal durumlarda farz namazların kılınması uygun görülmemiştir. Çünkü söz konusu ulaşım araçlarında namaz kılındığı takdirde namazın kıyam, rükû, secde ve istikbal-i kıble gibi farzlarını yerine getirme imkânı yoktur. Nitekim Resulullah (s.a.s.), nafile namaz kılarken, hangi istikamete dönerse dönsün bineği üzerinde namaz kılardı. Farz namaz kılmak istediğinde ise bineğinden iner ve kıbleye dönerek namazını kılardı (Buhari, Salat, 31).
Farz namazlar ise ancak cana ve mala zarar gelme korkusunun bulunduğu hallerde veya yerin çamurlu olması, namaz kılacak uygun bir yerin bulunmaması gibi zaruret durumlarında binek üzerinde kılınabilir. (Kasani, Bedai’, 1/108). Günümüzde, otobüs, tren ve uçak ile seyahat edenler, namazlarını ayakta ve kıbleye dönerek kılmaları genellikle mümkün olmadığından, oturdukları yerde ima ile kılabilirler.
Seyahat firmalarının yolcuların dini hassasiyetini gözeterek mola zamanını namaz vakitlerine denk gelecek şekilde düzenlemeleri tavsiye edilir.
Bununla birlikte yolcular, namazlarını yolculuk öncesinde veya sonrasında ya da mola yerlerinde cem ederek de kılabilirler. Cem, yalnızca öğle ile ikindi ve akşam ile yatsı namazları arasında olabilir. Öğle ile ikindinin cemi, ikindiyi öğle vaktinde öğle namazından sonra (cem-i takdim) ya da öğleyi ikindi vaktinde ikindi namazının öncesinde kılmak (cem-i tehir) şeklinde yapılabilir. Akşam ile yatsının cemi de yatsıyı akşam vaktinde akşam namazından sonra (cem-i takdim) ya da akşamı yatsı vaktinde yatsı namazından önce kılmak (cem-i tehir) şeklinde yapılabilir. Cem edilecek namazlar ara verilmeksizin peş peşe kılınır. Ayrıca cem-i takdim halinde birinci namaza başlarken, cem-i tehir halinde ise birinci namazın vakti içinde cem yapmaya kalben niyet edilir.
- Seferî sayılma bakımından bulunulan yerleri ifade eden vatan-ı asli, vatan-ı ikamet ve vatan-ı sükna ne demektir?
İslam, namaz ve oruç gibi ibadetlerin eda edilmesinde yolcularla ilgili bazı özel hükümler getirmiştir. Buna göre dinen yolcu (seferî) sayılan kimselerin dört rekatlı farz namazları iki rekat kılmaları, Ramazan oruçlarını sonradan tutmak üzere erteleyebilmeleri bu özel hükümlerdendir. Dinen yolcu sayılabilmenin iki temel ölçütü vardır. Bunlardan biri mekân, diğeri ise mesafedir. Yolculuk açısından bir kimsenin bulunduğu yer, ya “vatan-ı asli”, ya “vatan-ı ikamet”, ya da “vatan-ı sükna”dır.
Vatan-ı asli: Asli yerleşim yeri demektir. Bir insanın doğup yaşadığı yer veya çalışmak üzere yerleşip geçimini sağladığı, ev alıp çoluk çocuğu ile yerleştiği yerdir. Kişi burada yolcu olmaz.
Vatan-ı ikamet: Yerleşmek maksadı olmaksızın on beş günden fazla kalmak üzere bulunduğu ve asli vatanından en az doksan km. uzaklıktaki yerdir. Kişi burada da yolculuk hükümleri uygulamaz.
Vatan-ı sükna: Bir kimsenin on beş günden az bir süre kalmak niyetiyle bulunduğu, asli ya da ikamet vatanından en az doksan km uzaklıktaki yerdir (Haddad, el-Cevhera, 1/104). Kişi kaldığı yerde bu durumda ise yolcu sayılır.
Bu hükümler Hanefi mezhebine göredir. Şafii mezhebine göre ise seferî sayılabilmek için yaklaşık 90 km bir mesafeye gitme niyeti ile yola çıkılmış olmalı ve gidilen yerde, giriş ve çıkış günleri hariç dört günden az kalınmalıdır. Dört gün ya da daha fazla kalınmaya niyet edilmesi halinde seferîlik hükmü biter (Remli, Nihayetü’l-muhtac, 2/257).
- Seferî iken kılınamayan namazların kazası nasıl yapılır?
Namazlar, vaktinde kılındığında nasıl kılınması gerekiyor idiyse aynı şekilde kaza edilirler. Buna göre yolculuk halinde kazaya kalan dört rekatlı namazlar, ister yolculuk (sefer) halinde, ister yolculuk sona erdikten sonra kaza edilsin, ikişer rekat olarak kaza edilirler. Aynı şekilde yolculuk hali dışında kazaya kalan bir namaz, yolculuk sırasında kaza edilmek istendiğinde dört rekat olarak kılınır (Merğinani, el-Hidaye, 2/106-107). Şafiilere göre ise seferde kılınmamış bir namaz ikamet halinde dört rekat olarak kaza edilir (Şirbini, Muğni’l-muhtac, 1/396).
- Seferî olan kişi namaz kıldırabilir mi?
Seferî kimse, hem seferî olan cemaate, hem de mukim olan cemaate imamlık yapabilir. Seferî olan kişi dört rekatlı farz namazları iki rekat kılacağı için mukim olan cemaate namaz kıldıracağı zaman, namaza başlamadan önce, “Ben seferîyim, ikinci rekatın sonunda selam vereceğim. Ben selam verince siz selam vermeksizin kalkıp namazınızı tamamlayınız.” şeklinde cemaati uyarması, karışıklığı önlemek bakımından uygun olur (Kasani, Bedai’, 1/101-102; Merğinani, el-Hidaye, 2/104,105). Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), Mekke fethinden sonra Mekke’de kaldığı sürece namazları kısaltarak kıldırmış ve “Biz misafiriz, siz namazlarınızı tamamlayınız” (Ebu Davud, Salatü’l-müsafir, 10) buyurmuştur. Hz. Ömer (r.a.) de aynı şekilde, Mekke’ye geldiği zaman dört rekatlı farzları iki rekat olarak kıldırmış ve mukim cemaate, “Mekkeliler! Namazınızı tamamlayınız; biz misafiriz” (Muvatta, Kasru’s-salat, 19) demiştir.
- Müslümandan namaz ibadeti ne zaman ve hangi hallerde düşer?
Akıl sağlığı yerinde olan ve ergenlik çağına ermiş her Müslümana namaz farzdır. Bu şartları taşımayan kimseler namazla mükellef değildir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadiste çocuklar ve akıl sağlığı yerinde olmayan kimselerin sorumlu olmadığını belirtmiştir (Ebu Davud, Hudud, 16) .
Bunun yanında sağlıklı olmayanlardan da bazı durumlarda namaz yükümlülüğü düşer:
Hanefilere göre, sadece başını hareket ettirerek namaz kılmaya gücü yetmeyecek derecede rahatsız olan kimse namaz kılmaz. Kişinin bu halde kılamadığı namazları bir günlük (beş vakit) namazdan az ise, iyileştikten sonra bunları kaza etmesi gerekir; kazaya kalan namaz beş vakit veya daha çok olursa o kimsenin bu namazları kaza etmesi gerekmez. Eğer kişi bu hastalıktan ölürse, kaza etme imkânı bulamadığı için borçsuz olarak Allah’ın huzuruna çıkmış olur. Baygın kalan kişi için de aynı hükümler geçerlidir. (Kasani, Bedai’, I, 106, 107, 108). İmam Şafii bayılmanın tam bir namaz vakti sürmesi halinde namazın kazasının gerekmeyeceğini söylemiştir (Şirbini, Muğni’l-muhtac, I, 204).
Hayatını yatalak olarak geçiren kişi, eğer yataktan kalkıp abdest alamıyorsa veya abdest aldıracak birini bulamıyorsa yanında bulunduracağı tuğla, kiremit veya taş gibi bir madde üzerine teyemmüm eder. Yatağından doğrulmaya ve kıbleye yönelmeye tek başına imkân bulamayan kişi, kendisine yardım edecek kimse de olmadığı takdirde yerinden doğrulmadan, yüzünü çevirebildiği kadar kıbleye çevirerek yattığı yerde namazını ima ile kılar (Serahsi, el-Mebsut, 1/112-113; Kasani, Bedai’, 1/48). Hastalığından dolayı kendi başına teyemmüm edemeyen ve bu konuda kendisine yardım edecek birini de bulamayan kişi kendisini abdestli gibi sayarak isterse namazını ima ile kılar; isterse de kazaya bırakır; iyileşmesi halinde kaza eder, iyileşmeme durumunda ise kendisinden yükümlülük düşer (İbn Nüceym, el-Bahr, 1/246-249,151; Haskefi, ed-Dürrü’l-muhtar, 1/184-185, 423; İbn Abidin, Reddü’l-muhtar, 1/185, 423).
- Sağlık ve güvenlik gibi görevlerde çalışan bir kimse namazların sadece farzını kılmakla yetinebilir mi?
Vakit namazlarının öncesinde ve sonrasında kılınan sünnet namazlar, farz namazlara hazırlayıcı ve bu namazlarda oluşabilecek eksiklikleri tamamlayıcı ibadetler olarak değerlendirilmiş ve bu namazların mümkün oldukça kılınması tavsiye edilmiştir. Nitekim Resulullah (s.a.s.) bazı hadis-i şeriflerinde kulun mahşer gününde hesaba çekilirken eksik farz namazlarının, nafile namazlarla tamamlanacağını beyan etmişlerdir. Ebu Hureyre’nin (r.a.) Resulullah’tan (s.a.s.) naklettiği bir hadiste şöyle buyrulur: “Hesap gününde kulun ilk hesaba çekileceği şey farz namazdır. Eğer bu namazı tam olarak yerine getirmişse ne güzel. Aksi halde şöyle denilir: Bakın bakalım, bunun nafile namazı var mıdır? Eğer nafile namazları varsa, farzların eksiği bu nafilelerle tamamlanır. Sonra diğer farzlar için de aynı şeyler yapılır” (Tirmizi, Salat, 193; Ebu Davud, Salat, 151; Nesai, Salat, 9, İbn Mace, İkame, 202). Ancak bu namazlar yükümlülük ifade eden farz ya da vacip namazlar değildirler. Dolayısıyla mazeretleri olanlar alışkanlık haline getirmemek kaydıyla gerektiğinde bu sünnetleri terk edebilirler.
- Ölen kişinin arkasından ağlamanın ve yas tutmanın hükmü nedir?
Ölen kişinin arkasından ağlamak, Allah’ın lütfettiği merhamet duygusunun bir tezahürüdür. Hz. Peygamber (s.a.s.) de oğlu İbrahim ölünce ağlamış, yine ölmek üzere olan bir torunu kendisine haber verilince, gözlerinden yaşlar gelmiştir. Sebebi sorulunca da “Bu, Allah’ın rahmetidir, onu kullarının kalplerine koymuştur. Allah, ancak merhametli olan kullarına merhamet eder” (Buhari, Cenaiz, 43; Müslim, Cenaiz, 11, 12; Ebu Davud, Cenaiz, 28) buyurmuşlardır. Ancak ölüm olayından sonra arkada kalanların bağırıp çağırarak, üstlerini başlarını yırtarak ağlamaları caiz değildir. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Musibete uğradığında yakasını-paçasını yırtan, yüz ve yanaklarına vuran, cahiliye işlerine çağıran kimseler bizden değildir” (Ebu Davud, Cenaiz, 29); “Elleri ile yüzüne vuran, yüzünü tırmalayan, yakasını-paçasını yırtan, kendisinin helak olması ve belaya uğraması için dua eden kişiyi Allah rahmetinden uzak etsin” (İbn Mace, Cenaiz, 52) buyurmuştur.
- Kişi öldüğü yerden başka bir yere götürülüp defnedilebilir mi?
Kişinin, öldüğü yerin kabristanına defnedilmesi müstehaptır. İstisnalar olmakla birlikte sahabe-i kiram genellikle vefat ettikleri yerlerde defnolunmuşlardır. Ancak, cesedin bozulmasından endişe edilmiyorsa cenazenin başka bir şehre veya memlekete taşınmasında ve oraya defnedilmesinde dini açıdan bir sakınca yoktur. Nitekim ashaptan Sa’d b. Ebi Vakkas ve Said b. Zeyd’in (r.a.) Medine’nin dışında bulunan Akik denilen yerde vefat ettiği ve Medine’ye defnedildiği rivayet edilmiştir (Muvatta, Cenaiz, 31; Aliyyü’l-kari, Fethu babi’l-‘inaye, 1/457).
- Adetli kadınların cenazenin yanında bulunmaları ve kabir ziyareti yapmaları caiz midir?
Adetli olsun veya olmasın kadınların cenazenin yanında durmaları, açıp yüzüne bakmaları ve kabir ziyaretinde bulunmaları caizdir (İbn Nüceym, el-Bahr, 2/283; Haskefi, ed-Dürrü’l-muhtar, 1/488).
- Adetli veya lohusa kadın camiye girebilir mi?
İslam âlimlerinin büyük çoğunluğuna göre, kadınların adet veya lohusalık hallerinde camiye girmeleri caiz değildir (Mevsıli, el-İhtiyar, 1/73-74; Mevvak, et-Tac, 1/552; Şirbini, Muğni’l-muhtac, 1/119). Hayız ve nifas halleri, dinimizce hükmen kirlilik sayılmakta ve ibadetlere engel kabul edilmektedir. Camiler de ibadet mekânıdır. Hz. Peygamber “Ben hayızlı ve cünüp kimsenin mescide girmesini/mescitte bulunmasını helal görmüyorum.” (Ebu Davud, Taharet, 94; İbn Huzeyme, Sahih, 2/284), “Mescit, hayızlı ve cünübe helal değildir.” (İbn Mace, Tahara, 126) buyurmuştur. Bazı âlimler ise ihtiyaç halinde örneğin, camideki bir eşyayı almak için, adetli kadının camiye girmesini veya camiden geçen yolun daha yakın olması gibi bir sebeple caminin içinden geçmesini caiz görmüşlerdir (İbn Kudame, el-Muğni, 1/166; Şirbini, Muğni’l-muhtac, 1/119). Hanefiler de ihtiyaç olması halinde cünüp kişinin, teyemmüm yapmak şartıyla mescitten geçebileceğini ve orada ihtiyaç oranında kalabileceğini caiz görmüşlerdir (Kasani, Bedai’, 1/38). Hanbelilerden bir görüşe göre cünüp, adetli veya lohusa kimseler bu durumda iken namaz abdesti almaları şartıyla mescitte bulunabilirler (Merdavi, el-İnsaf, 1/347). Zahirilere göre ise adetli kadın camiye girebilir ve orada durabilir (İbn Hazm, el-Muhalla, 5/196). İhtiyaç halinde bu görüşlerle de amel edilebilir.
Adetli veya lohusa olan kişiler hakkındaki bu hükümler, duvar veya başka bir şeyle çevrilip mescid olarak inşa edilmiş ve içerisinde itikâfın yapılmasının sahih olduğu yerler için geçerlidir. Bu nedenle mescidlerin avlusu ve müştemilatında bulunup da duruma göre imama uyulabilen yerler mescidden farklı değerlendirilmiştir. Bu yerler Hanefi, Maliki ve Hanbelilerden gelen sahih görüşe göre bu konuda mescidin hükümlerine tabi değildir (Bkz. el-Mevsuatü’l-fıkhiyye, 5/224).
- Adak Kurbanı Kesilmeden Bedeli Para Olarak Depremzedelere Verilebilir mi?
Adak, kişinin ibadet niteliğindeki bir şeyi yapacağına dair Allah’a söz vererek üzerine borç kılması anlamına geldiğinden, bu borçtan kurtulması için adağını yerine getirmesi gerekir.
Belirlenerek adanan şey aynen yerine getirilmedikçe adak yükümlülüğü düşmez (Kâsânî, Bedâi‘, V, 90). Bundan dolayı kurban keseceğine ve etini fakirlere dağıtacağına dair adakta bulunan kişi, ancak kurban kesmek suretiyle adağını yerine getirmiş olur. Bu itibarla, adak kurbanını kesmek yerine, parasını fakirlere vermek ya da aynî yardımda bulunmakla bu adak yerine getirilmiş olmaz.
Bununla birlikte adak kurbanı olanların vekâlet yoluyla kestirmek ve deprem bölgesindeki ihtiyaç sahiplerine ulaştırmak üzere kurban bedelini göndermeleri caizdir.
- Akika kurbanı kesmek yerine onun bedeli depremzedelere gönderilebilir mi?
Akika kurbanı, adak olarak niyet edilmedikçe farz ya da vacip olmayacağından bu kurban için ayrılan para depremzedelere gönderilebilir.
- Sadaka şeklindeki adaklar depremzedelere gönderilebilir mi?
Sadaka vereceğim, bağışta bulunacağım şeklinde yapılan adakların fakirlere dağıtılmak suretiyle yerine getirilmesi gerekir. Bu sadakalar fakir depremzedelere ve normal şartlar altında zengin sayılacak mal varlığına sahip olan kimselere de içinde bulunduğu olağanüstü şartlar sebebiyle malına ulaşamadığı sürece verilebilir.
- Yurt dışında yaşayan kişi, fıtır sadakasını bulunduğu ülke şartlarına göre mi yoksa Türkiye şartlarına göre mi verir?
Ülke ve bölgelere göre geçim standartları farklı olduğundan, sadaka-i fıtır mükellefi, kendi bulunduğu yere göre tespit edilen miktarda sadaka-i fıtır vermelidir (İbn Abidin, Reddü’l-muhtar, 3/319-322). Ancak sürekli olarak yurt dışında yaşadığı halde sadaka-i fıtrın ödeneceği zaman Türkiye’de bulunan kimse, Türkiye’nin şartlarına göre sadaka-i fıtrını verir.